11 Eylül 2014 Perşembe

Hayat işte..!

Ne zaman blog üzerinde yoğunlaşmak istesem hep araya bir şeyler girdi. Sağlık sorunları, bazen iş yoğunluğu, bir dönem yaşadığım düğün telaşı vesaire. Bu yüzden bir türlü devamlılık sağlayamadım. En son 2 ay önce niyetlendim bu sefer de ciddi bir sağlık problemi araya girdi yine yazamadım. Belki de yapamadım.

Bu sabah sevgili arkadaşım Demet Yılmaz'ın blogunda bir yazı okudum. "Geç Bunları" yazmış Demet. Yazısını okuyunca çooook eskilere gittim yine. Yakın zamanlarda birbirine benzer konuda olmasa da benzer şiddette acılar yaşadık ikimiz de. 12-13 yıl önce lise koridorlarında saçma sapan konulara üzülür,  bir de bunları kafaya takıp saatlerce konuşurduk.  O zamanlar, ilerde böyle yol ayrımlarıyla karşılaşacağımızı söyleseler,  bir tarafımızla güler geçerdik herhalde.

Hayatta bazı şeyler vardır ki asla başınıza gelmez zannedersiniz. Gazetelerde okursunuz, haberlerde izlersiniz, bazen filmlere konu olur. Bunları okurken veya izlerken üzülür,  hatta gözyaşı dökersiniz. Fakat her daim tahtaya vurmak suretiyle Allah korusun der, olabilme ihtimalini bile aklınıza getirmezsiniz.

Ne var ki hayatta her şey gerçekten de insanlar içinmiş. Son 8-9 ay içinde yakın arkadaşlarımın, ailemin ve benim başıma gerçekten de olma ihtimalini bile düşünemediğim şeyler geldi. Düğün sonrası hem benim hem de eşimin ailesinde bir çok sağlık sorunu oldu. Ameliyatlar, doktor kontrolleri, anneanne ve babaannelerimizin günün birinde aramızdan ayrılabileceği ihtimalleriyle karşı karşıya kalmak, kendi kayıplarımız,  dostlarımızın kayıpları derken bir baktım ki neredeyse evleneli 1 yıl dolacak. Zaman nasıl da akıp geçmiş!

Dışardan bakıldığında her şey toz pembe gözükse de,  içerisi her daim aynı olmuyor malesef.  Bu yüzden Demet'in de dediği gibi kafanıza taktığınız minicik şeyleri geçiniz lütfen. Çünkü gün geliyor,  "Ayy her gün saçını yıkamazsam deliririm" diye söylenen siz, sağlık problemleri yüzünden hastaneye yatırılınca 1 hafta saçınızı yıkayamayıp bunu önemsemiyorsunuz bile. Ya da çok uğraşıp nihayet verebildiğiniz o 5 kiloya sevinemeden, aylarca hareketsiz yatmak zorunda kalıp 15 kilo alınca, "Ama çok şükür her şey yolunda kilo nasıl olsa verilir. " diyip kendinizi daha da çok sevinirken bulabilirsiniz.

Saç,  baş,  kilo, kılık kıyafet mutlaka elde edilir. Sonuçta her şeyin çaresi var. Ama hiçbir para, hiçbir torpil, hatta hiçbir nüfuzlu akraba sağlığınızı satın alamaz.  Geçmişte de almamıştır,  gelecekte de almayacaktır.

Yine de aylarca her gece şükrederek uyudum, her sabaha şükrederek uyandım. Böyle yapmaya da devam edeceğim. Çünkü artık hem kendim, hem eşim, hem ailelerim için güçlü olmakla beraber minik bir lokum için de güçlü olmak zorundayım. En büyük şükür sebebim de benim CANIM Ailem! Başta annem, babam, kardeşim ve  sevgili eşim olmak üzere tüm ailem! Onlar olmasa her şey 10 kat daha zordu benim için. Hepsi işini gücünü bırakıp, kendi üzüntülerini unutup beni avuttular. Onlar yanımda olduğu sürece ben her zorluğu aşarmışım meğersem. Hatta 2 ay evden çıkmasam da onlar sayesinde hiiiç sıkılmazmışım! Meğer ben de annem kadar güçlüymüşüm de haberim yokmuş. Kızım da çok güçlü olacak inanıyorum.

Umarım herkes ne için dua ediyorsa, en yakın zamanda ona kavuşur.  Kötü dualar ise asla hedefine ulaşmaz.

Sağlıkla, sıhhatle...



31 Aralık 2013 Salı

2013'te ben...

2013 yılının bitmesine sadece 24 saat kaldı. Genel anlamda olumsuz, sevimsiz, negatif olaylarla geçen bir yıl oldu. Bir sürü sanatçımızı kaybettik, ülkenin durumu zaten malum. Yazmaya kalksak kelimeler yetmez. Ekonomisi ayrı, siyaseti ayrı dert. Ama kişisel hayatımda bu zamana kadar geçirdiğim en iyi yıl 2013'tü diyebilirim. 

Bu yıl hayatıma yeni insanlar girdi. Yeni dostlar, yeni arkadaşlar... Onlardan bazıları, her daim yanımda, yakınımda olacaklarını daha tanışalı 2-3 ay olmadan hissettirdi bile. Öyle güzel insanlar. 

Yeni insanlar girerken, hayatımdan çıkanlar da oldu tabi. Kimileri sonsuza kadar çıktı gitti, ki senenin olumlu yanlarından biri de bu, kimileri ise hala hayatımdalar ama gerisinde olmaları gereken çizgiyi geçmelerine artık izin vermiyorum. 

2013 yılında olan en büyük değişiklik medeni halimdeki değişiklik oldu galiba:) Evlendim, hatta evleneli 1,5 ay oldu bile. Çok şükür, evlenince tamamiyle bambaşka bir ruh haline bürünenlerden olmadım. Akıl sağlığım hala yerinde, alışkanlıklarım, sevdiklerim-sevmediklerim, giydiklerim-giymediklerim, senelerdir nasılsa hala öyle. Bunları değiştirecek tek şeyin de "kendim" olduğunu bilmek beni daha da güçlü kılıyor. Yanımdaki insanın da koşulsuz, şartsız benimle olacağına bilmek neredeyse Wonder Woman gibi hissetmeme sebep oluyor. Ufak mutfak sakarlıkları dışında şimdilik evlilik hayatında da ters giden bir şey yok çok şükür. (Nazar değmesin dendi ve kulak memesi çekilip 3 kez tahtaya vuruldu)

Umarım hayatıma dahil olan kişiler hep kalırlar ve çıkanlar da bir daha geri gelmezler. 2014'ten kendim, ailem ve sevdiklerim için tek dileğim her sene olduğu gibi SAĞLIK! Diğer her şey bir şekilde gerçekleşir. Siz de tam 24 saat sonra, 10'dan geriye doğru sayarken önce sağlık dileyin. Sevdikleriniz yanınızdaysa onlara sarılın, öpün, başkaları ne düşünür umursamadan içinizden geldiği gibi dansedin. Senede bir kez bile olsa kendiniz için sadece kendiniz istiyorsunuz diye birşeyler yapın. Emin olun çok daha iyi hissedeceksiniz.

Şimdiden herkese sağlıklı ve mutlu yıllar dilerim.

Çisem. 


8 Eylül 2013 Pazar

Olimpiyat Senin Neyine?

Uzun zamandır yazmıyorum araya bin tane şey girdi. Geri dönüşüm olimpiyatlarla oldu. Olsun, o da güzel. Efendim bir süredir devam eden bir konu vardı. Olimpiyatlar nerede yapılacak? Aday şehir olunca hepimizde bir heyecan, bir "Acaba?" hissi oluştu. Dün gece itibariyle bu acabalar sona erdi ve kazanan Tokyo oldu. 

Başından beri olimpiyatların İstanbul'da yapılmasına karşı çıktım. Ben karşı çıktıkça bana da karşı çıkanlar oldu. Hatta vatan haini bile oldum. Ama olmaz arkadaşım. OLMAZ! 

Gönlüm tabi ki de ülkemizde böyle bir organizasyonun gerçekleşme olasılığı karşısında çok istekli(ydi). Ama istememek ve isteyememek arasında çok fark var. 

Bir kere İstanbul denen cehennem kendi rutin yaşantısında bile hiçbir şeyi çözmüş bir şehir değil. Tüm dünya sporcularını buraya doldurup da ekstra bir cehennem mi aratmak istiyorsunuz? Biz ki bir gece sürecek Eurovision'u bile layıkıyla becerememiş bir toplumuz. Bir Avrasya Maratonu'nda bile, maratona katılanlar dışındakilerin tweetlerini her sene okuyoruz. "Offf köprü kapalı yaa" , "Amaan şimdi karşıya nasıl geçicez" vb. cümleleri sadece yarım günlük bir etkinlik için yazan zihniyeti olimpiyatlar esnasında düşünemiyorum bile. 

Ayrıca sizin ne zaman sporcuya saygınız oldu ki olimpiyat olmasın diyenlere çemkiriyorsunuz? Profesyonel sporculara gelene kadar, en basitinden bir koşu kıyafetiyle sokağa çıkılmaz oldu. Ya laf atarsınız, ya bacak izlersiniz, ya da o lanet bakışlarınızla insanın içini buz gibi yaparsınız. 

Basketbolcu, voleybolcu olmak istiyorum diyen çocuklarınıza "Önce bir meslek sahibi ol da, hobi olarak yine ol" diyen siz değil misiniz? 

Voleybolcuların formaları başka şeyleri çağrıştırıyo, diz boyu tayt giysinler diyen kim peki?

Rutin olarak her yıl gelen turistin can ve mal güvenliğini sağlayamazken, onca sporcunun sorumluluğunu nasıl alacaksın? Toma ve çevik kuvvetle mi?

Keşke biz spora ve sporcuya değer veren bir ülke olsaydık da 2020 yılında dünyanın en iyilerini kendi evimizde izleyebilseydik. Keşke dışında başka bir kelimeye gerek yok. Yine de sonuçtan sonuna kadar memnunum. 

Eminim Tokyo bu işi gerektiği gibi gerçekleştirecektir. Şimdiden tüm sporculara başarılar. 







3 Nisan 2013 Çarşamba

Asıl hayvan kim?


Şimdi arkanıza yaslanın ve hayal edin.Siz bir canlısınız. 5 duyu organınız var. Çoğu canlı gibi acıkıyorsunuz, hasta oluyorsunuz, seviniyorsunuz, üzülüyorsunuz, bunalınca sokağa çıkmak istiyorsunuz, güzel bir şey başarınca ödüllendirilmek istiyorsunuz... Ee bunda ne var diyebilirsiniz. Ama farzedin tüm bunları yaşarken, hiçbirini sözle ifade edemiyorsunuz, kendi başınıza kararlar veremiyorsunuz. Hep, birilerinin sizi farketmesini ya da hatırlamasını beklemek zorundasınız. Üstelik bunu değiştirmek için yapabileceğiniz hiçbir şey yok ve ömrünüz sadece ortalama 15 yıl. Ne kadar kötü değil mi? Sanırım ne hakkında yazdığımı anladınız. Sokak hayvanları ve evde yaşamalarına rağmen kaderleri pek de farklı olmayan"evcil" hayvanlarımız !

Bu, çoğu insandan daha "insan"olan sevimli dostlarımızın tek çareleri biz insanlarız. Onlar acıktıklarında bir restoranta girip kendilerine lezzetli yemekler sipariş edemezler, ne bulurlarsa ya da ne verilirse onu yemek zorundalar. Karınları ağrıdığında ya da mideleri bulandığında hastaneye başvurup gerekli tetkikleri yaptıramazlar. Eğer şanslılarsa durumları farkedilir ve ancak öyle tedavi edilebilirler. Kış mevsimi geldi çattı ama onların içi tüylü botları, şemsiyeleri ya da yağmurlukları yok. Ancak biz sağlarsak sığınacak bir yuvaları olabilir yoksa en yakın saçak altında saklanabilmek için bazen kilometrelerce yürümek zorunda kalabilirler. 

Kırmızı ışık, yeşil ışık, yaya geçidi bilmez onlar. Yol boşsa karşıdan karşıya geçerler, ama bizler dikkatsizsek,hızımız normalin üzerindeyse pek de şansları yoktur. Yaralanırlar ve bir köşede ölüme terkedilirler.

Bazıları ise sokakta değil evde yaşar.Çileleri daha petshoplarda başlar. Bazen kimse almadığı için aylarca o minicik kafeste durmak zorunda kalırlar. Camın arkasından fotoğraflarını çeken çok olur ama halinden anlayan pek az! 

Sonunda "satın alınıp", bir yuva sahibi olduklarında, üç gün ilgilenilip sonrasında çok daha büyük bir boşlukla karşı karşıya kalırlar. İlgisizlik !

Evet, sabah akşam mamaları verilir, sıcacık bir evde yaşarlar ama gelin görün ki onlarla ilgilenen, oyun oynayan kimseleri yoktur. Pahalı tasmaları ve süslü tişörtleriyle, zaman zaman hatırlanan canlı oyuncaklardır. 

Ne kadar acı bir yaşam şekli ve de ne talihsiz! Halbuki onların tek istediği sevgi. Kısacık yaşamlarını güzel geçirmeleri için bizler üzerimize düşeni yapıyor muyuz sizce? Yaşadığımız sokağa bir kap su, bir kase yemek bırakmak ne kadar zor olabilir ki? Gerçi birlikte yaşadığımız caniler bunu bile çok görüyorlar. Geçtiğimiz yaz sokağın başına koyduğum koca bir kap suyu, ertesi gün içine deterjan konulmuş bir şekilde bulmam, insan adı altındaki varlıkların zihniyetini açıklayan en fena örnektir benim için. 

Hepimizin kendine göre birer sosyal hayatı var. O olmazsa mesleği var. O da yoksa iyi kötü zaman geçireceği arkadaşları. Ama onların tüm hayatı biziz. Eğer gezdirirsek gezerler,ilgilenirsek sevinirler, oyun oynarsak sevinçten deliye dönerler.

Eğer bu yazıyı okuyorsanız lütfen bir dakika durup düşünün. Aslında sizin için çok kolay olan bazı şeyler sayesinde onların hayatını bir nebze olsun kolaylaştırabilirsiniz.

Apartman önlerine koyacağınız su ve mamalar veya barınaklara yapacağınız cüzi miktarda yardımlar bile bu masum dostlarımıza ne kadar çok yardımcı olacak inanamazsınız. Bazılarınızın yüreği,tıpkı benim gibi barınaklara gitmeyi kaldırmayabilir. Ama internet üzerinden tek bir tıkla dilediğiniz miktarda yardım yapabilirsiniz. Daha da güzeli onlara bir yuva sağlayabilirsiniz. Yeri geldiğinde sizin için gözünü kırpmadan canını tehlikeye atabilecek dostunuzun yaşam hakkı için siz, aslında çok şey yapabilirsiniz. Bir barınağa bağışlayacağınız eski bir battaniye bile çok şey ifade ediyor ve bu bağışın sizde hissetireceği duyguları anlatmak imkansız...

Zengin olmak, toplumda saygın olmak, bir yere gidince tanınmak... Bunların hepsi gelip geçici. Ama vicdan sahibi olmak,duyarlı olmak, hissedebilmek... İşte insan olabilmek bunlarla alakalı. Yoksa yanlış mı düşünüyorum?

Bir canı yaşattığınızı, ona yardımcı olduğunuzu hissedebileceğiniz bir yaşam dileğiyle...

Online Bağış için tıklayın.



24 Mart 2013 Pazar

Takip sorunsalı

Geçenlerde merak edip baktım, 2009 yılının Mayıs ayından beri Twitter'daymışım. İlk girdiğim zamanlarda Türk kullanıcı sayısı pek azdı. Hatta arkadaşlarıma Twitter'dan bahsettiğim zaman pek sıcak bakmamışlardı. Bir kaç arkadaşım da "Tuvalete girdiğinizi de paylaşın bari, ayıp olmasın" diye dalga geçmişti ki onlar da şimdi gayet aktif birer kullanıcı. Kısa bir süre sonra ünlülerin kendi hayatlarıyla ilgili fotoğraflar, paylaşımlar arttıkça siteye olan ilgi de arttı haliyle. Bu da beraberinde tüm tanıdıklarımızın (amca, hala vs. dahil) Twitter'a gelmesini sağladı.

Kimi sadece hayranı olduğu insanları takip için geldi, kimi yakınındakilerin neler konuştuğunu merak etti. Bazılarının sadece sevgilileri geldi onlar da dedektifçilik oynamak için damladılar. Ve bu böyle devam etti.

Bütün tanıdıklar gelince de ayıp olmasın diye takip etmeye başladık. Belki hayatımızda toplam 2-3 kere konuşmuşluğumuzun olduğu, ya da ortak düşüncelerimizin çok az olduğu arkadaşlarımızı sırf ayıp olacak diye takibe aldık ki bu yüzden timeline'ımız çöplüğe döndü. Birbirine sürekli küfür eden mi ararsın, hala kendisini 15 yaşında zannedip laf dalaşına giren kızlar mı? Gerçekte tanıdığımız tipleri aslında pek de tanımıyor olduğumuzu farkettik.

Halbuki sitenin amacı bu değil ki. Aksine tanımadığın ama ortak yönlerinin olduğu insanları bulup yeni arkadaşlıklar oluşturmak. Ama biz bunun yerine zaten tanıdıklarımızı takibe alıp adeta topluma açık bir Whatsapp yarattık.

Hangimiz her gün bütün gazeteleri alıp, bütün köşe yazılarını okuyoruz? Bazılarımız Yılmaz Özdil fanatiği, bazılarımız Ayşe Özyılmazel'den öteye geçememiş. Hepimizin farklı görüşleri ve zevkleri var ve SADECE onları okumaktan hoşlanıyoruz. "Takip edeni takip ederim" , "Fenerliler Takipleşiyor" gibi olaylar da var ama onlara girmiyorum bile.

Bu yüzden tanıdığım insanlar arasından, hayat görüşü bana uymayan herkesi takipten çıkardım. Bunun için tavır alacak olan olursa da kendisi bilir ki bence çok saçma bir tavır olur. Çünkü ister istemez de olsa zerre kadar ilgim olmayan konularla alakalı tweetler ve retweetler okumaktan fena halde sıkıldım.

Sevgiyle kalın...

26 Şubat 2013 Salı

Aşk...


Aşk... Uğruna milyonlarca şarkı, yüzbinlerce film yapılmış olan ama halen kimselerin açıklayamadığı, bazen anlam veremediği, çokça da engel olamadığı o duygu... Günümüzde bilimsel olarak bir çok açıklama yapılsa da bana göre aşk herkesin kendi tecrübelerine göre tanımlanan bir şey. Kesin olarak aşk şudur ya da aşık olunca böyle olur demenin imkanı yok ki!

Kimileri tam bir aptal aşıktır. Midesinde kelebekler uçar, heyecandan konuşamaz, kalbi çok hızlı çarpar... Tüm dünyası “o” olmuştur. Onun her dediği kanun, her yaptığı mükemmeldir. Sorun çıkmasın diye her şeye tamam der, kavga etmekten kaçınır. Ama bu gelişin gidişi çok acılı olur. Kelebekler uçmayı bırakıp, kalp de durma noktasına gelince anlar hatasını. Yine de akıllanmaz. O kalbi bir başkası tekrar canlandırdığında yine aynı hataları yapar. Karşısındaki kaybetmemek için bunları yaptığını söyler ama sonuç hiç bir zaman değişmeyecektir. Onlar için aşk bile bile acı çekmektir, kendinden ödün vermektir.

Kimileri ise aşka inanmaz. Mutlu bir birlikteliğin olma ihtimali onlara göre çok düşüktür. Yapılan araştırmalara göre bu yapıdaki insanların büyük bir çoğunluğu ya kendilerinde, ya ailelerinde ya da sosyal çevrelerinde tanık olduğu olumsuz örneklerden dolayı bu kanıya varmaktadırlar. En yakınlarının aldatıldığına şahit olup aşka olan inançlarını kaybetmişlerdir. Bu yüzden, nerede akşam orada sabah, oradan oraya savrulurlar. Yanlış olduğunu bile bile “günü kurtarmak için” 24 saatlik ilişkiler kurarlar. Bu günübirlik ilişkilerden dolayı aşkım kelimesi bile anlamını yitirir. Çünkü şöyle bir baktığınızda herkes herkesin aşkıdır. Ertesi hafta başkasının ve ertesi hafta başkasının... Bağlanma sorunları vardır. Birine bağlandıkları takdirde, tanık oldukları olaylardaki gibi bir sonun kendilerini beklediğine o kadar inanmışlardır ki denemekten bile çekinirler. Onlar için aşk diye bir şey yoktur.

Kimileri ise hem aşkı hem de kavgayı bir arada aynı şiddette yaşarlar. Sevgileri çok kuvvetlidir. Bir araya gelip elele verdiklerinde yapamayacakları şey hemen hemen yok gibidir. Ama bazen öyle bir tartışırlar ki yer yerinden oynar. Tartışmaktan kastettiğim şey fiziksel şiddet ya da seviyesiz diyaloglar değil elbette. Çok sevdikleri için, çok kırılırlar. Kendilerine yediremezler. Ben bu davranışı haketmedim diye düşünürler ama en fazla 1 saat içinde fırtına diner. Ortam hemen günlük güneşlik olmasa da bulutlar dağılmaya başlar. Böyle çiftler küs kalamaz, küs uyuyamazlar. Araları bozuk olduğunda içten içe bir şey sürekli rahatsız eder onları. Birbirleri olmadan yaşayamazlar. Kavga etmeleri onların birbirlerini sevmediği anlamına gelmez. Çünkü onlar gerçektir. Gerçek insanlar kavga da eder, ağlar da, bağırır da. Onları diğer kavgacılardan ayıran tek şey ise özür dilemeyi, sarılmayı, aşk denen şeyde gururun işinin olmadığını bilmeleridir. Onlar için aşk, birbirleridir.

Her ne olursa olsun sevgi dolu olmak utanılacak bir şey değil. İkili ilişkilerde başarısız olsanız bile denemekten vazgeçmeyin. Dünyanın en güzel şeyi iki ayrı insanın bir olması, tek bir kalpte durması. Eğer sevgiliniz, nişanlınız ya da eşiniz aynı zamanda en yakın arkadaşınızsa siz de benim gibi şanslı azınlıktansınız demektir. Ama diğerleri için de hiç bir zaman geç değil. Çünkü sevginin yaşı olmaz.

Ve son olarak benim en değerlim; bu birlikte geçireceğimiz 10. Sevgililer Günü. Bana inandığın ve sana inandığım için çok mutluyum. İyi ki varsın...

14 Ağustos 2012 Salı

Antalya'mın En'leri

Antalya... Bilmeyenler için sadece deniz, güneş, kum ve Rus'lardan oluşan, bilenler için ise 4 mevsim mutlu mesut yaşanabilen, dünyanın en güzel yerlerinden birisi... En azından benim için öyle! Bu zamana kadar Türkiye'de ve yurt dışında bir çok şehir gezdim. Kimi zaman tarihi dokularına hayran kaldım, kimi zaman şehir planlamalarına, bazen insanlarına, bazen coğrafyasına, sık sık yemeklerine ve daha bir sürü şeye. Ama düşününce farkına vardım ki, bunların hepsini kendi şehrimde bulabiliyorum zaten. 

Canım güneşlenmek mi istedi? İngilizler gibi senenin güneşli geçecek olan o 1 ayını beklemek zorunda değilim. Canım denize girmek mi istedi? İstanbullular gibi kilometrelerce yol gitmek zorunda değilim. Canım kayak yapmak mı istedi? Kayak merkezimiz Saklıkent sadece 50 km uzağımda. Ve her şeyden önemlisi de bütün bu aktiviteleri aynı hafta içinde yapabilirim. Kasım ayında güneşlenebilir, denize girebilir, kayak yapabilir ve eşsiz sahillerimizde caretta'larla yüzebilirim. Antalya'da dünyanın tüm mutfaklarının başarıyla temsil edildiği restoranlarda yemek yiyebilir, 7 yıldızlı Mardan Palace'ta bir hafta sonu kendimi şımartabilir, Avrupa'nın 2. ve Dünya'nın 5. büyük akvaryumu olan Antalya Aquarium'da 20.000'den fazla deniz canlısının içinde felekten bir gün çalabilir, balıklara dokunabilir, vatoz ve köpekbalıklarıyla yüzebilirim. Yaz aylarında sıcaktan bunaldığım zamanlarda arabayla 1 saat yolculuk sonucu benzersiz yaylalarımıza çıkıp, Ağustos ayında şömine karşısında uyuyabilirim. Tarihin derinliklerinde kaybolmak istersem Kemer yolu üzerindeki DinoPark'ta eğlenceli zaman geçirebilirim. 


Sabah 9'da başlayan mesaim öncesi kahvemi alıp, telaşsızca işe gidebilirim. Antalyaspor'umuz sayesinde tüm futbol takımlarımızı kendi şehrimde izleyebilirim. Hem mitolojik hem de maceralı bir hafta geçirmek istersem Olympos'a gider, benzersiz koylarda kendimi kaybeder, Yanartaş'ı görüp gelirim. Noel zamanı Demre'de Noel Baba'nın kilisesini ziyaret eder, yeni yıl coşkusunu orda yaşayabilirim.


Adrenalin gereken zamanlarda Beşkonak'ta rafting yaparken, Köprülü Kanyon'un güzelliğine bir kere daha hayran kalabilirim.


Durun bir dakika! Canım biraz da Yunan esintisi istedi. Bir önceki yazımda bahsettiğim Kaş'a gidip, 20 dakikalık bir deniz yolculuğu sonucunda Türkiye kıyılarına en yakın mesafede olan Meis adasına varıp, en güzel Yunan yemeklerini yer, sirtaki yapıp dönebilirim.


Her yıl Aspendos Antik Tiyatrosu'nda dünyanın en önemli senfoni orkestraları eşliğinde kendime 2 ay süren bir opera ve bale ziyafeti çekebilirim. Antalya Açıkhava Tiyatrosu'nda ise Kenan'la, Sezen'le müzik ziyafeti çekebilirim. 


Aslında tek tek yazmaya kalksam daha çooook şey yapabilirim. Ama daha fazla ballandırıp da herkesi buraya toplamanın da alemi yok değil mi? 


Ben saat ve yol durumu hesaplamaları yapmadan hayatımı özgürce yaşayıp, ömrümü trafikte çürütmeme lüksüne sahibim. İstediğim an, istediğim yerde olup, hayatımı kendim için ve özel zevklerim için yaşama, ayrıca kendime zaman ayırabilme lüksüne de sahibim. 


Çünkü ben Antalya'lıyım !


6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kaş hakkında bilmedikleriniz! (Kendim çok biliyormuşum gibi)


Antalya'lıların yüz karası olan bendeniz, haftasonunda, hayatımda ilk defa merkeze 187 km. uzaklıkta olan Kaş'a gittim. İlk defa demek yanlış olur aslında daha önce de gitmişim ama hatırlayamacak kadar küçükmüşüm. Bu yüzden aklım başımda olarak ilk gidişimdi. 

Saat 10:00'daki Meis Adası seferine yetişebilmek için 09:00'da Kaş Marina'da olmak gerektiğinden, 06:30'da yola çıktık. Finike'ye kadar sorun yoktu ama Finike sonrasındaki yaklaşık 25 km, viraj cenneti olduğu için ve sabahın o saatinde midelerimiz henüz yerine oturmadığı için, Kaş'a vardığımızda hepimiz yeşildik. Biraz temiz hava alıp, etrafı keşfetmeye çalıştığımız için yeşermemiz hemen geçti ve acentaya gittik.

Acentanın internet sitesinde, bir Yunan adası olan Meis'e geçebilmek için en az 3 ay süresi olan bir pasaportunuz olması yeterli yazıyordu. Böylece ada girişinde pasaportlarımıza günübirlik giriş damgası vurulacak ve sorunsuz şekilde geçebilecektik. Ama malesef durum öyle değilmiş. Bizim Yeşilbahçe mahallesi boyutundaki ada merkezinde gezebilmemiz için Schengen vizesi şartı koşmuşlar. Onlar gayet rahat bir şekilde Kaş'a gelip giderken, biz Meis'in ışıklarına uzaktan bakmak zorunda kaldık. Sinir oldum, daha da gitmem! 

Gelelim Kaş'a... Allahım ne kadar güzel bir yermiş! Ben ne kadar aptalmışım! Bu yaşa kadar kafaları mı yemişim de gitmemişim? Begonvillerle kaplı taş evler, pırıl pırıl sokaklar, barış içinde yaşayan sokak kedileri ve köpekleri, güleryüzlü insanları ve leziz yemeklerle dolu minik minik restorantlar! Bu şekilde anlatınca aklınıza Alaçatı gelebilir. Evet, bir çok açıdan benzer yönleri var. İki yer de turistik, taş evlerle dolu, Yunan adalarına yakın ama tek bir fark var belki de en büyük fark. Alaçatı malesef artık sosyeteye hitap eden ve gürültülü bir yer ama Kaş hala bakir, hala sakin, hala kafa dinlenecek bir yer. Sakin dediğim için aklınıza bomboş sokaklar ve huzurevi kıvamında bir yer gelmesin. Sokaklar yine insan dolu ama sadece Alaçatı'daki topuklu ayakkabılı, pür makyajlı ve turuncu suratlı İstanbul ablaları henüz Kaş'a uğramamış. Bu zamana kadar Alaçatı aşığı olan bendeniz Kaş'a gittikten sonra Alaçatı'yı ikinci plana atmış bulunmaktayım. Tabi bu herkesin istediği ve aradığı şeye göre değişir. Çapkın abi ve ablaların sevebileceği türden bir yer değil malesef :) 

Kaş'ta Hotel Medusa'da kaldık. Son derece tipik bir Kaş oteli olan otelimiz, tertemiz güzel bir oteldi. Bir süre Teoman'ın yaşadığı suit odasından dolayı bir hayli meşhur olan otelin tek olumsuz tarafı bitmek bilmeyen merdivenleriydi. Ama Kaş'taki doğal yapıdan ve eğimden dolayı sahil şeridindeki tüm oteller aynı şekilde. Biraz zaman geçince alışılıyor. O kadar kusur da olsun artık. 

İlk gün merkezde gezip, bir sürü bileklik, yüzük vb. aksesuarlar topladık. Öğlen yemeği için tesadüfen bir yere girdik ama iyi ki de girmişiz. İtalya'da bile yemediğim kadar lezzetli bir pizza yeme şansına ulaştığımız Çınarlar Pizza&Pide'yi ziyaret etmeden ve fantastik sahibi Fırat'la tanışmadan Kaş'tan dönmeyin derim ben. Akşamüstü denize girdik. Deniz buz gibi ve Antalya merkezdeki denize göre bir hayli tuzlu. Deniz faslı bitip de azıcık dinlenip hazırlandıktan sonra akşam yemeği için merkeze gittik. Dolphin Restorant isminde süper bir manzaraya ve mimariye sahip bir yere oturduk. Garsonlar zeka denilen şeyden nasibini almamış olsalar da kazasız belasız yemek faslını atlattık. ( Gerizekalılık Örneği: "Pardon, ben buzlu ve limonlu bir Cola Zero alabilir miyim acaba? " , " Tabi, hemen getiriyorum."  Ve garsonumuz yarıya kadar limon suyu ve buz ile dolu bir bardak getirir, akabinde Çisem fenalık geçirir. )

Yemek sonrası sokaklarda dolaştık, denizin sesini dinledik ve yine 12753265 merdiven basamaklı otelimize geri döndük. 

Ertesi gün, kahvaltının ardından tekneyle açıldık. Kaş'a gidecekler veya gitmeyi düşünenler için söyleyeyim, Ercü Boat dışında bir tekne ile açılmayı aklınızın ucundan bile geçirmeyin! Mehmet kaptanın her koy ile ilgili bilgisi ve sürüş deneyimi, eşi Ayşe ablanın hiç bir yerde yiyemeyeceğiniz lezzetteki yemekleri ve kızları Selin'in tatlılığı sizi çok ama çok mutlu edecek. 

Tüm gün teknedeydik, cennet gibi koylarda yüzdük, balıkları izledik, Batıkkent Simena'daki anıt mezarları gördük, kısacası kusursuz bir gün geçirdik. 

Tekne gezisi bittikten sonra da Antalya merkeze doğru yola çıktık. Gelirken beni mahveden virajlı yol, bu sefer etkilemedi. Demek ki sadece sabahın köründe çekilmiyormuş bu yollar :) Dönerken yolumuzun üzerindeki Demre (Myra) ya uğradık. Bildiğiniz gibi orda Noel Baba'nın (St.Nicholas) yaşadığı yerler ve kilisesi var. Saat geç olduğu için pazar ayini bitmişti ve içeri giremedik. Ama yılbaşı yaklaşırken tekrar gitmeyi düşünüyorum. 

Antalya'ya 65 km kala çok acıktığımızı hissedip, cennetin bir başka köşesi olan Ulupınar'da yemek molası verdik. Bir yer düşünün, Ağustos ayında Antalya sınırları içindesiniz, hava 25 derece, elinizi bile değdiremeyeceğiniz soğuklukta bir su akıyor gürül gürül, ağaçlarla kağlı bir alanda yer sofraları var, yemeklerinizi yiyorsunuz, isterseniz uzanıp dinleniyorsunuz ve duyduğunuz şey yaprak hışırtıları ve akan suyun gürüldemesi. İste böyle bir yer Ulupınar. Her gittiğimizde olduğu gibi Çağlayan Restorant'ta yemeğimizi yedik ve sonrasında da yola çıkıp, evimize vardık.

Bana göre rüya gibi bir haftasonuydu. Bayramdan sonra Bodrum'a gitmeyi düşünüyordum ama istikamet değişti. Bodrum gibi, ama daha ucuz. Bodrum gibi ama daha kaliteli bir eğlence anlayışı var. Bodrum gibi ama daha özgür, daha temiz, çok daha güzel. Bodrum ve Alaçatı sevdalıları kızmasın. Onların da yeri ayrı. Yine de hem kendi memleketim olduğu için, hem de daha çok beğendiğim için ilk tercihim Kaş. Ha eğer derdiniz ünlüler falansa, meraklanmayın hepsi Kaş'ta. Çünkü Kaş'ta paparazziler, basın mensupları yok. Koylarda pusuya yatmış selülit avcıları da :)

İşte minik tatilimizden kareler:



Dolphin Restorant

Dolphin Restorant








































Mehmet Kaptan'ın dünya tatlısı kızı Selin


Meis Adası




Akvaryum Koyu


Akvaryum Koyu


Selin :)


Yemeğin üzerine hızır gibi yetişen Algida'cı 


Safiye ile Faik :)





Simena


Simena

Simena

Simena

Üçağız koyu

Üçağız Koyu ve kale




Antik anıt mezar


Kaptanımız Mehmet, eşi Ayşe ve kızları Selin





Kaş Marina



Başka tekne ve ekip düşünmeyin bile!!!

Mamma's Restaurant





Hotel Medusa

Medusa Beach

Medusa Beach

Demre Myra Noel Baba Kilisesi

Demre Myra




Ulupınar

Ulupınar